4 Mart 2019 Pazartesi

Kitap : Beyaz Zambaklar Ülkesinde

Kitap Adı : Beyaz Zambaklar Ülkesinde
Yazarı : Grigoriy PETROV
Bilgi Yayınları
13.02.2019 22:35 Çarşamba *17.02.2019 10:45 Pazar
Kitap Kulübü-4


KÜLTÜR NOKTASINDAN SEÇMELER:
  • 11/119 Olli REHN'in 5 Temmuz 2007de İstanbul'da "Türkiye'nin AB'ye girmesinde Finlandiya'nın Önemi" konuşması
...
"Finlandiya bağımsızlık ve kalkınmasında Snellman ulusal bir düşünür; Mannerheim bir asker ve stratejik lider; Kekkhonen ise bir devlet adamıdır. Türkiye'de ise tüm bu üç karakter Kemal Atatürk'te birleşir."
  • 18/119 İyi ya da kötü, kahraman ya da zalim fark etmez; yöneticiler halkı yansıtan birer aynadır. Onlar halkın ruhunun birer kopyasıdır, halkın içinden doğmuştur Halk nasılsa, yöneticileri de öyledir. İşte bu yüzden eskiden beri, "Her halk layık olduğu yönetime ve yöneticilere sahip olur"  denilmiştir.
  • 19/119 Carlyle'a göre halkların ve hatta bütün insanlığın tarihini yazanlar, sağlam bir ruha, sağduyuya ve zekaya sahip kişilerdir, yani kahramanlardır. Tıpkı Ramses, Romulus, Themistokles, Luther, Bismark gibi.
  • Lev Tolstoy ise tamamen aksini iddia etmiştir. Hayatı yaratan, olayların yönünü çizen ve bunların karakter ve rengini veren kişiler Napolyon gibi tek tek kişiler değil, halkın kendisidir ona göre.
  • Thomas Carlyle ise halk kitlelerini yerde yatan ve çürümeye yüz tutmuş saman yığınlarına benzetir. Ya yanıp kül olacak ya da gübre olacaktır. Büyük insanlar, yani kahramanlar ise gökten düşüp samanı tutuşturan, halkı canlandıran ve harekete geçiren bir şimşek gibidir.
  • 21/119 Falar Carlyle ile Tolstoy'un görüşleri arasındaki zıtlık sadece görünüştedir. Aslında Carlyle ile Tolstoy birbirine karşı değildir, birbirlerini tamamlar ."Ya Carlyle ya Tolstoy!" değil, "Carlyle ile Tolstoy" demek gerekir. Carlyle haklıdır. Tolstoy da haklıdır. Bir paranın iki yüzü gibidirler. Büyük bir gerçeğin birer yarısıdırlar.
  • Kahraman, halkı heyecanlandırır ve tutuşturur. Fakat bunu halkından alğığı ateş ve heyecanla yapar.
  • Halkın içinden çıkan her büyük insan da bir mercek gibidir. Kendi benliğinden halkın gücünü ve dehasını toplar; bununla mülyonlarca insan ruhunu tutuşturur.
  • 23/119 Finler kendilerine Suom derler ve çoşkuyla sevdikleri soğuk ülkelerine Suomi adını vermişlerdir. Bu sözcük Fin dilinde, "batklık ülkesi" anlamına gelir.
  • 24/119 1811 yılında Finler, İsveç yönetimi altında yaşamışlardır. O zamanlar İsveçlilerin Finlere davranışları, Avusturyalıların Voyvodina'daki ve Bosna Hersek'deki Sırplara davranışı ya da Türk hakimiyeti zamanında Rumların Bulgarlara davranışı gibiydi. Bütün hükümet ve yönetim, ticaret, fabrikalar, okullar ve hatta kiliseler İsveçlilerin elindeydi. Bütün yönetim memurları, hakimler, subaylar, rahipler ve öğretmenler İsveçlilerden oluşuyordu. İsveçliler kendi uygarlık düzeylerini daha yüksek gördükleri için Finleri aşağı ırktan kabul edip onlara tepeden bakarlardı.
  • 24/119 Rus Çarı I. Aleksandr, 1808 senesinde Rusya ile İsveç arasında çıkan savaşta ordusuyla Finlandiya'nın yarısını işgal ettikten sonra, Finlerin Borgo şehrinde bir Seyim yani millet meclisi toplamış ve üyelere şu soruyu yöneltmiş:
  • "Eskisi gibi İsveçlilerin yönetimi altında mı kalmak istersiniz yoksa ülkenin iç yönetiminde bağımsız olmak şartıyla Rus egemenliği altına mı girmek istersiniz?"
  • Fin haklının temsilcileri, Rusyaya katılmayı kabul etmişler.
  • 27/119 Johan Vilhelm Snellman dönemin büyük bir bilgini, derin bir filozofu ve ünlü bir siyasetçişiydi.
  • Bu büyük Finlandiyalı, hayatı boyunca şu gerçeği halkın kafasına yerleştirmeye çalışmıştır:
  • "Finlandiya, daima Rusya ya da İsveç tarafında işgal edilme tehlikesi altındadır. Daha yüksek bir kültür düzeyine sahip olmalı ki hırslı ve güçlü komşuların karşı koyabilsin."
  • "Ne zaman ki bizim küçük halkımız, büyük komşularından daha yüksek bir uygarlığa sahip olur, işte o zaman tehlike atlatılmış demektir."
  • 36/119 Snelmann, yüzünde alaycı bir tebessümle;
  • "Adaletsizliğin büyük öğretmenleri kimlerdir, biliyor musunuz?" diye sordu ve cevabı kendisi verdi:
  • "Bizzat memurlar! Kanunları uygulamak ile yükümlü olanlar! Halka kanunları çiğnemenin yollarını memurlar öğretir. İşte bunun için, yeni Finlandiya devleri adına sizden rica ediyorum: Kanun insanları olarak, halkı yasalara uyma yolunda eğitin! Halka bir iç adalet duygusu aşılayın!"
  • 38/119 Küçük Fin ordusu bile daha ulusal bir kimlik kazandı. İsveçliler zamanında askerlerin tamamı Findelerden ibaret olsa da başkomuytanlık, genelkurmay ve komutanlıklar İsveçlilerin elindeydi.
  • 39/119 Snellman'ın önderliğinde, genç Fin aydnları orduya da gereken önemi verdiler. Ordudaki askerlerin durumu ve eğitimiyle özellikle ilgilendiler. Liselerdeki en yii öğrenciler, hatta üniversite öğrendileri, eğitimlerini tamamladıktan sonra askeri okullara girmeye, orduya dahil olmaya başladılar. Orduda görev yaptıkları beş, altı, hatta on yol boyunca askerlik görevlerini yerine getirmekle beraber mesleklerine ve bilimsel araştırmalarına devam ettiler.
  • 40/119 Snellman bu gençlerin düşünceleri en iyi şekilde ifade ediyordu. Katıldığı toplantılarda ve yazdığı yazılarda devamlı şunları söylüyordu:
  • "En uygar görünen halklar bile henüz yaşamlarını barış ve huzur içinde geçirecekleri yüksek bir uygarlık derecesine varmamışlardır. İnsanlığın temelinde bulunan kin, garez ve vahşet, azgın deniz sularının alçak yerlere hücum etmesi gibi insanlar arasında yayılıyor."
  • 48/119 İyi mayanın hamuru kabarttığı gibi, kışla da halkın hem düşüncelerini hem de maneviyatını yükseltmiştir.
  • 49/119 Napolyon, Rusya'yı da savaşla tehdit ediyordu. Rusya, Fransa ile arasında savaş çıkar korkusuyla , 1808'de İsveç'le olan savaşa son verdi. Ve nihayet Rusya ile Fransa arasındaki o meşhur savaş başladı. Napolyon, yirmi halkın kuvvetlerini toplayarak Rusya'nın  üzerine yürüdü, Moskova'ya kadar ilerledi ama burada büyük bir yenilgiye uğradı.
  • Güçten yoksun bir halde Fransa'ya döndü. Eski gücünü ve büyüklüğünü yeniden kazanmak için uğraştı. Fakat bu kez de İngilizler, bütün Avrupa'yı Napolyan'a karşı ayaklandırdı. Napolyon bozguna uğradı ve esir düştü, sonra da Saint-Helen Adası'na sürüldü.
  • Napolyon'un hiç bitmeyen savaşlarından bıkan Avrupa halkları, bu sonuçtan memnun oldular. İngiltere'nin tıpkı bir demir gibi eğilip bükemeyen gücüne hayran kalan Avrupalılar, İngilizleri taklit etmek istediler ve böylece İngilizlerin her şeyi moda oldu.
  • Fakat nasıl ki yetişkinleri taklit eden küçük çocuklar ve henüz olgunlaşmamış gençler bunların en kötü ve kusurlu taraflarını alıyor; mesela tütün ve içki içmeye başlayıp kalın sesle ve kaba sözlerle konuşuyorlarsa, henüz kültürleri olgunlaşmamış küçük halklar da İngiliz hayatının gülünç ve hatta zararlı kısımlarını almaya başladılar. İngiliz hayatının kötü birer kopyası haline geldiler.
  • Zenginler ve durumu iyi olanlar, İngilizler gibi at yarışlarında çok para harcamaya, viskiyi soda ile içmeye, "İngiliz modasına göre" kıyafet giymeye, tıraş olmaya ve saç taramaya başladılar.
  • Gençlik İngiliz sporlarına, özellikle en kabası olan futbola kendini kaptırdı.
  • Sokaktaki halkın heyecanları ile geçinen, düşüncesiz, cahil bazı gazeteciler gençliğin bu tutkusunu takip ederek onu sömürmeye başladı.
  • 51/119 Snellman, bir zamanlar İspanya'da insanların hayali romanları okuyup şövalyeleri taklit etmeye kalkışarak gülünç bir duruma düştüklerini, Cervantes'in bunları meşhur Don Quixote (DonKişot) romanında daha gülünç bir biçimde tasvir ettiğini hatırlattı.
  • 53/119 Snellman söz alarak konuşmasında şunlara yer verdi: 
"Fin gençlerinin sporla ilgilendiğini görmek beni mutlu ediyor. Makul bir şekilde yapılan çeşitli fiziksel antrenmanların önemi büyüktür. Felsefeyi çok ileri götüren eski Yunan halkının jimnastiği, güreşi, yarışları ve başka sporları yüksek bir mevkiye çıkarmaları tesadüfi değildir. Beden antrenmanları sayesinde vücut daha çevik, daha güçlü hale gelir. Böylece bedenin duruşu düzelir, yürüyüş hafifleşir ve hareketler güzelleşir.
  • 54/119 Sokrates'in, Phidias'ın ve Perikles'in çağdaşları yaşam felsefesinin temel ilkesi olarak şu kuralı koymuşlardı:
Hiçbir şeyde aşırıya kaçma!
Hiçbir şey tek şeye yönelik, tek gözlü olmamalıdır. Her şeyde ölçülü olmak gerekir. Her şey zamanında ve yerinde yapılmalıdır.
  • 55/119 Finlerin güçlü bacaklı ve zayıf beyinli olmasını da istemeyiz. Manda gibi sağlam bacaklı, koyun gibi zayıf beyinli insan, hayalini kurduğumuz insan değildir.
  • Ben bizim sevgli Suomi'mizde şu isimleri taşıyan kulüplerin kurulmasını arzu ederim: 'Güçlü Fikir', 'Büyük İşler', 'Yeni Girişimler', 'Sütlü Manda', 'En İyi Yumurta', 'En İyi Buğday', 'Bembeyaz Bez', 'Temiz Vicdan', 'Yeni Fikirler', 'Mekaniğin Gururları', 'Tok Halk'.
  • 61/119 Lev Tolstoy : 'Hayattaki düzensizliklerin en büyük sebeplerinden biri, herkesin, hayatında sadece refaha kavuşmayı arzu ederken bizzat çalışarak hayatını daha iyi bir şekilde düzenlemek ihtiyacını hissetmemesidir.'
  • 62/119 İstediğiniz kadar mükemmel anayasalar yapın. Seçim konusunda halka istediğiniz kadar hak tanıyın. Sosyalizmin veya komünizmin mucizevi gücüne istediğiniz kadar inanın... Eğer çocuklarınız gerektiği gibi eğitim görmez, hayata bir hiç olarak girerlerse, parlamentolar ve bütün hukuk düzeni mevcut olduğu halde toplumsal hayat yine sönük ve paslı olacaktır. Bu nesilden gelen memurlar ihmalkâr, bakanlar ise siyasi cambaz olurlar. Milletvekilleri çıkar peşinde koşarlar. Okullar yeni neslin beynini ve kalbini kurutan ve kavuran birer yer olur. Basın, sokak satıcılarına, çığırtkanlara döner. Halk kitleleri ise kendilerine yabancı olan her şeye, özellikle üst tabakalardan olan insanlara karşı nefret, haset ve ihanet hislerini besleyen aç veya tok sürüler gibi olur.
  • 79/119 'Demek siz Tanrı'la mücadele ediyordunuz. Kiliseleri soymanız, iyi insanları öldürmeniz hep Tanrı'yı kızdırmak için miydi? Siz çok budala, kalbi kararmış bir insansınız.'
'Fakat madem Tanrı var, niçin benim cezamı vermiyor?'
'Oğlum, sen Tantı'yı kendin gibi zannederek onunla uğraşmaya kalkmışsın. Tanrı sana karşılık vermez çünkü senin gibi canilere benzemez. Tanrı'nın ve sizin savaşma biçimleriniz farklıdır. Eğer Tanrı senin cezanı vermemişse, kendini ıslah etmeni beklemiştir. Eskiden o küçük Johan nasıl iyi ve masum bir çocuk idiyse sen yine öyle olmaya çalış.'
  • 83/119 Robinson, yeryüzünde mutluluğun peygamberi ve yardımcısıdır. Leopardi, Schopenhauer ve Hartmann'dan yüz kat daha filozoftur. İnsanlığın yaşamının iyileştirilmesi için verilen mücadelenin ve zaferin habercisidir.
Robinson bize dünyanın ve yaşamın efendisinin insan olduğunu öğretiyor.
Fırtına denizde gemiyi paramparça ediyor. Etrafta, bırakın bir ülkeyi, üzerinde yaşanabilecek bir toprak parçası bile yok! Dört taraf engin denizlerle kaplı. Bütün yolcular yok olmuş. Tek bir genç, bir tahta parçası üzerinde yalnız başına sağ kalmış. Dalgalarla sürüklenip insansız bir adaya varıyor. Aç ve çıplak olan bu gence ne oldu acaba? Yok mu oldu? Yoksa ümitsizlikle kendini mi öldürdü dersiniz?

Robinson, batan gemiden kurtarabildiği her şeyi bin bir zorlukla adaya sürükledi. Önce kendisine bir ev kurdu. Buğday ekti, yabani keçileri evcilleştirdi. Sonrada adaya gelen vahşilerden birini yakalayıp ehlileştirdi. Onunla arkadaş oldu, onu kendisine yardımcı yaptı. Kısacası ıssız adada mükemmel ve düzenli bir hayat kurdu. Hem de tek başına!..Genç bir çocuk!..Boş bir adada!..'
  • 84/119 'Fin kardeşlerim! Ulusumuzu meydana getiren iki milyon Fin, bu Robinson adındaki gençten daha güçsüz, daha iradesiz, daha mı akılsızdır?'
Saygıdeğer öğretmenler, rahipler, hâkimler, mühendisler, memurlar, avukatlar, genç Suomi'nin evlatları, aydınlarının çiçekleri, siz de halkınız içinde birer Robinson olmak istemez misiniz? Robinson ıssız adanın orta yerinde insan eti yiyen vahşiyi ehlileştirmiş; kendisine arkadaş ve yardımcı yapmış. Siz ise büyük şehirlerde , yüksekokulların, yayınevlerinin, tiyatro ve müzelerin duvarlarının arkasında milyonlarca insanımız hakkında, 'Bunlar cahildir, kabadır, sarhoştur!' diye şikâyet ediyorsunuz. 
  • Jarvinen konuşmasına şöyle devam ediyordu:
Bu konferans benim gözlerimi açtı. Sırtımda büyük ve güçlü kanatlar çıktı zannettim. Bende de büyük insan olma hevesi oluştu.
  • 85/119 İrade ve azimli çalışma sayesinde gençliğimizde kurduğumuz hayallerin hayatta gerçekleştiğini çok geçmeden gördük.

Kitap : 1984

Kitap Adı : 1984
Yazarı : George ORWELL
Çeviri : Celal ÜSTER
63. Basım (1. basım 1984) Can Yayınları
 
01.2019*02.2019
Kitap Kulübü-2
Evet bir distopya! Kitabı okurken zaman zaman günümüzde de benzer olaylar yaşanıyor mu acaba diye sorguladığım, farklı bir bakış açısı katan, "2+2=5" yeri geldiğinde inanmamıza rağmen iki artı ikinin bile beş ettiği bir dünya... Tarih aslında geçmişte yaşanılan olaylardan ibarettir ve değiştirilemez, değiştirilememelidir de. Teorisi böyle tabii peki ya aktaran kişiler farklı aktarırsa? Peki şimdiye kadar doğru olduğunu sandıklarımız da böyleyse...
 
KÜLTÜR NOKTASINDAN SEÇMELER
  • 17/350 Ansızın aklına bir soru düştü: Bu günceyi kimin için tutuyordu? Gelecek için, daha doğmamış olanlar için. Aklı bir an sayfadaki kuşkulu tarihin çevresinde dolandı, sonra Yenisöylem'deki çiftdüşün sözcüğüne tosladı. İlk kez, üstlendiği işin büyüklüğünün ayırdına vardı. Gelecekle nasıl iletişim kurabilirdi ki? Doğası gereği olanaksızdı. Gelecek ya şimdiye benzeyecekti, ki o zaman ondan haberi bile olmayacaktı ya da şimdiden farklı olacaktı, ki o zaman da içinde bulunduğu durumun hiçbir anlamı kalmayacaktı.
  • 18/350 Tek yapması gereken, yıllardır kafasının içinde akıp giden o bitmez tükenmez, tedirgin monologu kâğıda dökmekti.
  • 45/350 Parti sloganında ne denuiyordu: "Geçmişi denetim altında tutan, geleceği de denetim altında tutar; şimdiyi denetim altında tutan, geçmişi de denetim altında tutar." Üstelik geçmiş, doğası gereği değiştirilebilir olmasına karşın, hiçbir zaman değiştirilmemişti. Şimdi gerçek olan, sonsuza dek gerçekti. Çok basitti. Tek gereken, kendi belleğinize karşı sonu gelmeyen zaferler kazanmanızdı. "Gerçeklik denetimi" diyorlardı buna: Yenisöylem'de ise "çiftdüşün".
  • 45/350 Aklı çiftdüşünün dolambaçlı dünyasına kayıp gitmişti. Hem bilmek hem de bilmemek, bir yandan ustaca uydurulmuş yalanlar söylerken bir yandan da tüm gerçeğin ayırdında olmak, çeliştiklerini bilerek ve her ikisine de inanarak birbirini çürüten iki grüşü aynı anda savunmak; mantığa karşı mantığı kullanmak, ahlaka sahip çıktığını söylerken ahlakı yadsımak, hem demokrasinin olanaksızlığına hem de Parti'nin demokrasinin koruyucusu olduğuna inanmak; unutulası gerekeni unutmak, gerekli olur olmaz yeniden anımsamak, sonra birden yeniden unutuvermek: en önemlisi de, aynı işlemi işlemin kendisine de uygulamak.
  • 46/350 İngsos sözcüğünü 1960'tan önce duyduğunu hiç sanmıyordu, ama Eskisöylem'deki biçimiyle -yani "İngiliz Sosyalizmi" olarak - daha önce de var olmuş olabilirdi. Her şey bir bilmece gibiydi. Bazen bir yalanı saptamak mümkün olabiliyordu. Örneğin, Parti'nin tarih kitaplarında Winston daha küçük bir çocukken bile uöakların var olduğunu anımsıyordu.
  • 50/350 Times'ın belirli bir sayısında gerekli görülen tüm düzetmeler bir araya getirilip arman edilir edilmez, o sayı yeniden basılıyor, asıl nüsha yok ediliyor ve arşive onun yerine düzeltilmiş nüsha konuyordu. Bu sürekli değiştirme işlemi yalnızca gazeteler için değil, kitaplar, süreli yayınlae, broşürler, posterler, kitapçıklar, filmler, ses bantları, karikatürler, fotoğraflar, siyasal ya da ideolojik bakımdan önem taşıyabilecek her türlü kitap ve belge için geçerliydi. Geçmiş, günü gününe, neredeyse dakikası dakikasına güncelleniyordu. Böylelikle, Parti'nintüm öngörülerinin ne kadar doğru olduğu belgeleriyle kanıtlanmış oluyor; günün gereksinimleriyle çelişen tüm haber ve görüşler kayıtlardan siliniyordu. Tüm tarih, gerektikçe sık sık kazınan ve yeniden yazılan bir palimpseste dönmüştü.
  • 57/350 Winston, bir an düşündükten sonra söyleyaz'ı azına yaklaştırdı, Büyük Birader'in o bildik üslubuyla söyleyip yazdırmaya başladı; hem askeri hem de bilgiç bir üsluptu bu, soru sorup sonra birden soruyu yanıtlama hilesini kullandığından ("Bütün bunlardan ne ders alıyoruz, yoldaşlar? İşte, İngsos'un da temel ilkelerinden biri olan bu ders..." vb. vb.) taklit edilmesi de kolaydı.
  • 58/350 Yaşayanların değil de ölülerin yaratılabilmesinin ne kadar tuhaf olduğunu geçirdi aklından. Yoldaş Ogilvy şimdide hiç yaşamamıştı ama, artık geçmişte yaşıyordu; üstelik, bu sahtecilik unutulduktan sonra, varlığı Charlemagne ya da Julius Caesar kadar gerçek, onlar kadar tanıtlı kanıtlı olacaktı.
  • 61/350 Bana öyle geliyor ki, sizler asıl işimizin yeni sözcükler icat etmek olduğunu sanıyorsunuz. Oysa ilgisi yok! Sözcükleri yok ediyoruz; her gün onlarcasını, yüzlercesini ortadan kaldırıyoruz. Dili en aza indiriyoruz.
  • 81/350 Winston yazmayı sürdürdü:Bilinçleninceye kadar asla başkaldırmayacaklar, ama başkaldırmadıkça da bilinçlenemezler.
  • 91/350 Bir zamanlar dünyanın güneşin çevresinde döndüğüne inanmak nasıl delilik belirtisi olarak görüldüyse, şimdi de geçmişin değiştirilemeyeceğine inanmak delilik belirtisi olarak kabul ediliyordu.
  • 93/350 Bir Parti üyesinin ilke olarak hiç boş vaktinin olmaması ve yatak dışında hiç yalnız kalmaması gerekiyordu. Çalışmak, yemek yemek ya da uyumak dışında kalan zamanlarda mutlaka ortaklaşa bir etkinliğe katılmalıydı: Yalnızlıktan keyif aldığını gösteren herhangi bir şey yapması, dahası kendi başına yürüyüşe çıkması bile her zaman biraz tehlikeli olabilirdi. Yenisöylem'de buna, bireycilik ve ayrıksılık anlamında ayrıyaşam deniyordu.
  • 97/350 Her hafta inanılmaz ikramiyeler dağıtan Piyango, proleterlerin büyük bir ciddiyetle izledikleri tek toplumsal olaydı.
  • 97/350 Winston'ın, Varlık Bakanlığı'nca yürütülen Piyango'nun işleyişi konusunda pek bilgisi yoktu, ama ikramiyelerin çoğunlukla hayali olduğunun farkındaydı (aslında Parti'deki herkes farkındaydı). Yalnızca küçük ikramiyeler ödeniyordu, büyük ikramiyeleri kazananlar ise gerçekte var olmayan kişilerdi. Okyanusya'nın bir bölgesi ile  başka bir bölgesi arasında doğru dürüst bir iletişim bulunmadığı için, bunu ayarlamak zor değildi.
  • 104/350 Yirmi yıla kalmaz, şu basit ama müthiş soruyu, "Devrim'den önce hayat şimdikinden daha mı iyiydi?" sorusunu yanıtlayacak bir tek kişi kalmaz ortalıkta, diye geçirdi içinden. Gerçi bu sorunun yanıtını almak daha şimdiden olanaksızlaşmıştı, o günlerden sağ kalan birkaç kişi d eski ile yeniyi kıyaslamayı beceremiyordu. Milyonlarca ilgisiz ayrıntı anımsıyorlardı, bir iş arkadaşıyla yapılmış bir kavga, kayıp bir bisiklet pompasının nasıl arandığı, çok önce ölmüş bir kız kardeşin yüzü, yetmiş yıl önce rüzgarlı bir sabah havaya kalkan toz bulutları; önemli gerçeklerin tekmili birden belleklerden silinmişti Küçük nesneleri görebilen, ama büyük nesneleri göremeyen karıncalara benziyorlardı.
  • 148/350 Parti, kendisi için tehlikeli bulduğu cinsellik güdüsünü kendi yararına yönlendirmişti. Ana babalık içgüdüsü konusunda da benzer bir oyun oynanıyordu. Aile tümden ortadan kaldırılamadığı için, insanlar eskiden olduğu gibi çocuklarını sevmeye özendiriliyordu. Buna karşılık, çocuklar ana babalarına karşı sistemli bir biçimde kışkırtılıyor, onları ispiyonlamaları ve sapmalarını ihbar etmeleri öğretiliyordu. Aile, Düşünce Polisi'nin bir uzantısı olup çımıştı. Artık aile herkesin gece gündüz kendisini yakından tanıyan muhbirlerle kuşatılmasını sağlayan bir aygıttı.

27 Ocak 2019 Pazar

Eğitim : Seçmeler

Duygusal Zeka
14.10.2017
Yaşadıklarımdan Öğrendiğim Bir Şey Var
...
Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var:
Yaşadın mı büyük yaşayacaksın, ırmaklara, göğe, bütün evrene karışırcasına
Çünkü ömür dediğimiz şey, hayata sunulmuş bir armağandır
Ve hayat, sunulmuş bir armağandır insana
...
Ataol Behramoğlu

Doğulu bir hükümdar tüm bilge adamlarını görevlendirir. Her zaman göz önünde bulunacak, tüm zamanlarda ve tüm durumlarda doğru bür cümle bulmalarını ister. En sonunda bir cümle bulunur:
Bu da geçer! Ne kadar çok sey anlata bir cümle. Gurur anında ne kadar yola getirici, ıstırabın derinliklerinde ne kadar avutucu...


Bambu Ağacı
Çin bambu ağacının yetişmesi olumlu ısrar, aktif sabır için güzel bir örnektir.
Çinliler bu ağacı şöyle yetiştiriyorlar;
Birinci yıl tohum dikilir, düzenli sulanır ve gübrelenir.
İkinci yıl da sulamaya, gübrelemeye devam edilir ama tohum toprağın dışına filiz vermez.
Üçüncü ve dördürcü yıllarda da  aynı işlemler yapılır fakar inatçı tohum hala filiz vermez.
Çinliler beşinci yıl içinde de bambuya su ve gübre vermeye devam ederler.
Ve nihayet beşinci yılın sonunda bambu yeşermeye başlar, altı hafta gibi kısa bir zamanda yaklaşık 27 metre boyuna ulaşır. Ancak bambu ağacı 27 metre boya 6 hafta içinde mi, 5 yıl içinde mi ulaştı? Kuşkusuz ki 5 yılda... Büyük bir sabırla  5 yıl ki bakım, çaba olmasaydı bambu var olamazdı.


Gabriel Garcia Marquez'in Veda Mektubu
...
Gün geçmesin ki, karşılaştığım tüm insanlara onları sevdiğimi söylemeyeyim. Tüm kadın ve erkekleri, en sevdiğim insanlar oldukları konusunda birer birer ikna ederdim. Ve aşk içinde yaşardım. Erkeklere, yaşlandıkları zaman aşkı bırakmalarının ne kadar yanlış olduğunu anlatırdım. Çünkü insan aşkı bırakınca yaşlanır. Çocuklara kanar verirdim. Ama uçmayı kendi başlarına öğrenmelerine olanak sağlardım. Yaşlılara ise ölümün yaşlanma ile değil unutma ile geldiğini öğretirdim.
...

Hayatta Ne Öğrendim
...
Sevmeyi öğrendim.
Sonra güvenmeyi...
Sonra da güvenin sevgiden daha kalıcı olduğunu,
Sevginin güvenin sağlam zemini üzerine kurulduğunu öğrendim.
...
Evreni öğrendim.
Sonra evreni aydınlatmanın yollarını öğrendim.
Sonunda evneri aydınlatabilmek için önce çevreni ayndınlatabilmek gerektiğini öğrendim.
...
Dünyaya tek başına meydan okumayı öğrendim genç yaşta.
Sonra kalabalıklarla birlikte yürümek gerektiği fikrine vardım.
Sonra da asıl yürüyüşün kalabalıklara karşı olması gerektiğine vardım.
...
Gerçeği öğrendim bir gün.
Ve gerçeğin acı olduğunu...
Sonra dozunda acının,
Yemeğe olduğu kadar hayata da lezzet kattığını öğrendim.
Her canlının ölümü tadacağını, ama sadece bazılarının hayatı tadacağını öğrendim.
Doslarım, ben dostlarımı ne kalbimle ne de aklımla severim.
Olur ya kalp durur, akıl unutur.
Ben dostlarımı ruhumla severim. 
O ne durur, ne de umutur...
Mevlana


Kızılderili Öyküsü
Kızılderili ile torunu evin önünde oturmuş, biraz ötede boğuşan biri siyah diğeri beyaz iki köpeği seyrediyorlardı. Torun sordu:
- Neden iki tane köpek besliyorsun?
- Onlar benim için iki simgedir evlat, iyilik ve kötülüğün simgesi...İyilik  ve kötülük de içimizde böyle sürekli mücadele eder durur.
- Peki sence hangisi kazanır mücadeleyi?
Bilge reis derin derin gülümsedi
- Hangisi mi evlat? Ben hangisini daha çok beslersem o...

SİNEMA : Seçme Replikler



Film : Beni Unutma 
10.01.2019
Sinan - Mert Fırat

  • Sinan : "Sen bana beddua ettin mi?"

Aslında filmdeki en çarpıcı sahnelerden birisidir. Bu nedenle filmi izledikten sonra fragmana dönüp izledim acaba bu sahne yer alıyor mu diye? Sesli olarak sahnelenmese de yer alıyor. Neyse ki fragmanı düzenleyen editör ile hemfikiriz.