4 Mart 2019 Pazartesi

Kitap : Beyaz Zambaklar Ülkesinde

Kitap Adı : Beyaz Zambaklar Ülkesinde
Yazarı : Grigoriy PETROV
Bilgi Yayınları
13.02.2019 22:35 Çarşamba *17.02.2019 10:45 Pazar
Kitap Kulübü-4


KÜLTÜR NOKTASINDAN SEÇMELER:
  • 11/119 Olli REHN'in 5 Temmuz 2007de İstanbul'da "Türkiye'nin AB'ye girmesinde Finlandiya'nın Önemi" konuşması
...
"Finlandiya bağımsızlık ve kalkınmasında Snellman ulusal bir düşünür; Mannerheim bir asker ve stratejik lider; Kekkhonen ise bir devlet adamıdır. Türkiye'de ise tüm bu üç karakter Kemal Atatürk'te birleşir."
  • 18/119 İyi ya da kötü, kahraman ya da zalim fark etmez; yöneticiler halkı yansıtan birer aynadır. Onlar halkın ruhunun birer kopyasıdır, halkın içinden doğmuştur Halk nasılsa, yöneticileri de öyledir. İşte bu yüzden eskiden beri, "Her halk layık olduğu yönetime ve yöneticilere sahip olur"  denilmiştir.
  • 19/119 Carlyle'a göre halkların ve hatta bütün insanlığın tarihini yazanlar, sağlam bir ruha, sağduyuya ve zekaya sahip kişilerdir, yani kahramanlardır. Tıpkı Ramses, Romulus, Themistokles, Luther, Bismark gibi.
  • Lev Tolstoy ise tamamen aksini iddia etmiştir. Hayatı yaratan, olayların yönünü çizen ve bunların karakter ve rengini veren kişiler Napolyon gibi tek tek kişiler değil, halkın kendisidir ona göre.
  • Thomas Carlyle ise halk kitlelerini yerde yatan ve çürümeye yüz tutmuş saman yığınlarına benzetir. Ya yanıp kül olacak ya da gübre olacaktır. Büyük insanlar, yani kahramanlar ise gökten düşüp samanı tutuşturan, halkı canlandıran ve harekete geçiren bir şimşek gibidir.
  • 21/119 Falar Carlyle ile Tolstoy'un görüşleri arasındaki zıtlık sadece görünüştedir. Aslında Carlyle ile Tolstoy birbirine karşı değildir, birbirlerini tamamlar ."Ya Carlyle ya Tolstoy!" değil, "Carlyle ile Tolstoy" demek gerekir. Carlyle haklıdır. Tolstoy da haklıdır. Bir paranın iki yüzü gibidirler. Büyük bir gerçeğin birer yarısıdırlar.
  • Kahraman, halkı heyecanlandırır ve tutuşturur. Fakat bunu halkından alğığı ateş ve heyecanla yapar.
  • Halkın içinden çıkan her büyük insan da bir mercek gibidir. Kendi benliğinden halkın gücünü ve dehasını toplar; bununla mülyonlarca insan ruhunu tutuşturur.
  • 23/119 Finler kendilerine Suom derler ve çoşkuyla sevdikleri soğuk ülkelerine Suomi adını vermişlerdir. Bu sözcük Fin dilinde, "batklık ülkesi" anlamına gelir.
  • 24/119 1811 yılında Finler, İsveç yönetimi altında yaşamışlardır. O zamanlar İsveçlilerin Finlere davranışları, Avusturyalıların Voyvodina'daki ve Bosna Hersek'deki Sırplara davranışı ya da Türk hakimiyeti zamanında Rumların Bulgarlara davranışı gibiydi. Bütün hükümet ve yönetim, ticaret, fabrikalar, okullar ve hatta kiliseler İsveçlilerin elindeydi. Bütün yönetim memurları, hakimler, subaylar, rahipler ve öğretmenler İsveçlilerden oluşuyordu. İsveçliler kendi uygarlık düzeylerini daha yüksek gördükleri için Finleri aşağı ırktan kabul edip onlara tepeden bakarlardı.
  • 24/119 Rus Çarı I. Aleksandr, 1808 senesinde Rusya ile İsveç arasında çıkan savaşta ordusuyla Finlandiya'nın yarısını işgal ettikten sonra, Finlerin Borgo şehrinde bir Seyim yani millet meclisi toplamış ve üyelere şu soruyu yöneltmiş:
  • "Eskisi gibi İsveçlilerin yönetimi altında mı kalmak istersiniz yoksa ülkenin iç yönetiminde bağımsız olmak şartıyla Rus egemenliği altına mı girmek istersiniz?"
  • Fin haklının temsilcileri, Rusyaya katılmayı kabul etmişler.
  • 27/119 Johan Vilhelm Snellman dönemin büyük bir bilgini, derin bir filozofu ve ünlü bir siyasetçişiydi.
  • Bu büyük Finlandiyalı, hayatı boyunca şu gerçeği halkın kafasına yerleştirmeye çalışmıştır:
  • "Finlandiya, daima Rusya ya da İsveç tarafında işgal edilme tehlikesi altındadır. Daha yüksek bir kültür düzeyine sahip olmalı ki hırslı ve güçlü komşuların karşı koyabilsin."
  • "Ne zaman ki bizim küçük halkımız, büyük komşularından daha yüksek bir uygarlığa sahip olur, işte o zaman tehlike atlatılmış demektir."
  • 36/119 Snelmann, yüzünde alaycı bir tebessümle;
  • "Adaletsizliğin büyük öğretmenleri kimlerdir, biliyor musunuz?" diye sordu ve cevabı kendisi verdi:
  • "Bizzat memurlar! Kanunları uygulamak ile yükümlü olanlar! Halka kanunları çiğnemenin yollarını memurlar öğretir. İşte bunun için, yeni Finlandiya devleri adına sizden rica ediyorum: Kanun insanları olarak, halkı yasalara uyma yolunda eğitin! Halka bir iç adalet duygusu aşılayın!"
  • 38/119 Küçük Fin ordusu bile daha ulusal bir kimlik kazandı. İsveçliler zamanında askerlerin tamamı Findelerden ibaret olsa da başkomuytanlık, genelkurmay ve komutanlıklar İsveçlilerin elindeydi.
  • 39/119 Snellman'ın önderliğinde, genç Fin aydnları orduya da gereken önemi verdiler. Ordudaki askerlerin durumu ve eğitimiyle özellikle ilgilendiler. Liselerdeki en yii öğrenciler, hatta üniversite öğrendileri, eğitimlerini tamamladıktan sonra askeri okullara girmeye, orduya dahil olmaya başladılar. Orduda görev yaptıkları beş, altı, hatta on yol boyunca askerlik görevlerini yerine getirmekle beraber mesleklerine ve bilimsel araştırmalarına devam ettiler.
  • 40/119 Snellman bu gençlerin düşünceleri en iyi şekilde ifade ediyordu. Katıldığı toplantılarda ve yazdığı yazılarda devamlı şunları söylüyordu:
  • "En uygar görünen halklar bile henüz yaşamlarını barış ve huzur içinde geçirecekleri yüksek bir uygarlık derecesine varmamışlardır. İnsanlığın temelinde bulunan kin, garez ve vahşet, azgın deniz sularının alçak yerlere hücum etmesi gibi insanlar arasında yayılıyor."
  • 48/119 İyi mayanın hamuru kabarttığı gibi, kışla da halkın hem düşüncelerini hem de maneviyatını yükseltmiştir.
  • 49/119 Napolyon, Rusya'yı da savaşla tehdit ediyordu. Rusya, Fransa ile arasında savaş çıkar korkusuyla , 1808'de İsveç'le olan savaşa son verdi. Ve nihayet Rusya ile Fransa arasındaki o meşhur savaş başladı. Napolyon, yirmi halkın kuvvetlerini toplayarak Rusya'nın  üzerine yürüdü, Moskova'ya kadar ilerledi ama burada büyük bir yenilgiye uğradı.
  • Güçten yoksun bir halde Fransa'ya döndü. Eski gücünü ve büyüklüğünü yeniden kazanmak için uğraştı. Fakat bu kez de İngilizler, bütün Avrupa'yı Napolyan'a karşı ayaklandırdı. Napolyon bozguna uğradı ve esir düştü, sonra da Saint-Helen Adası'na sürüldü.
  • Napolyon'un hiç bitmeyen savaşlarından bıkan Avrupa halkları, bu sonuçtan memnun oldular. İngiltere'nin tıpkı bir demir gibi eğilip bükemeyen gücüne hayran kalan Avrupalılar, İngilizleri taklit etmek istediler ve böylece İngilizlerin her şeyi moda oldu.
  • Fakat nasıl ki yetişkinleri taklit eden küçük çocuklar ve henüz olgunlaşmamış gençler bunların en kötü ve kusurlu taraflarını alıyor; mesela tütün ve içki içmeye başlayıp kalın sesle ve kaba sözlerle konuşuyorlarsa, henüz kültürleri olgunlaşmamış küçük halklar da İngiliz hayatının gülünç ve hatta zararlı kısımlarını almaya başladılar. İngiliz hayatının kötü birer kopyası haline geldiler.
  • Zenginler ve durumu iyi olanlar, İngilizler gibi at yarışlarında çok para harcamaya, viskiyi soda ile içmeye, "İngiliz modasına göre" kıyafet giymeye, tıraş olmaya ve saç taramaya başladılar.
  • Gençlik İngiliz sporlarına, özellikle en kabası olan futbola kendini kaptırdı.
  • Sokaktaki halkın heyecanları ile geçinen, düşüncesiz, cahil bazı gazeteciler gençliğin bu tutkusunu takip ederek onu sömürmeye başladı.
  • 51/119 Snellman, bir zamanlar İspanya'da insanların hayali romanları okuyup şövalyeleri taklit etmeye kalkışarak gülünç bir duruma düştüklerini, Cervantes'in bunları meşhur Don Quixote (DonKişot) romanında daha gülünç bir biçimde tasvir ettiğini hatırlattı.
  • 53/119 Snellman söz alarak konuşmasında şunlara yer verdi: 
"Fin gençlerinin sporla ilgilendiğini görmek beni mutlu ediyor. Makul bir şekilde yapılan çeşitli fiziksel antrenmanların önemi büyüktür. Felsefeyi çok ileri götüren eski Yunan halkının jimnastiği, güreşi, yarışları ve başka sporları yüksek bir mevkiye çıkarmaları tesadüfi değildir. Beden antrenmanları sayesinde vücut daha çevik, daha güçlü hale gelir. Böylece bedenin duruşu düzelir, yürüyüş hafifleşir ve hareketler güzelleşir.
  • 54/119 Sokrates'in, Phidias'ın ve Perikles'in çağdaşları yaşam felsefesinin temel ilkesi olarak şu kuralı koymuşlardı:
Hiçbir şeyde aşırıya kaçma!
Hiçbir şey tek şeye yönelik, tek gözlü olmamalıdır. Her şeyde ölçülü olmak gerekir. Her şey zamanında ve yerinde yapılmalıdır.
  • 55/119 Finlerin güçlü bacaklı ve zayıf beyinli olmasını da istemeyiz. Manda gibi sağlam bacaklı, koyun gibi zayıf beyinli insan, hayalini kurduğumuz insan değildir.
  • Ben bizim sevgli Suomi'mizde şu isimleri taşıyan kulüplerin kurulmasını arzu ederim: 'Güçlü Fikir', 'Büyük İşler', 'Yeni Girişimler', 'Sütlü Manda', 'En İyi Yumurta', 'En İyi Buğday', 'Bembeyaz Bez', 'Temiz Vicdan', 'Yeni Fikirler', 'Mekaniğin Gururları', 'Tok Halk'.
  • 61/119 Lev Tolstoy : 'Hayattaki düzensizliklerin en büyük sebeplerinden biri, herkesin, hayatında sadece refaha kavuşmayı arzu ederken bizzat çalışarak hayatını daha iyi bir şekilde düzenlemek ihtiyacını hissetmemesidir.'
  • 62/119 İstediğiniz kadar mükemmel anayasalar yapın. Seçim konusunda halka istediğiniz kadar hak tanıyın. Sosyalizmin veya komünizmin mucizevi gücüne istediğiniz kadar inanın... Eğer çocuklarınız gerektiği gibi eğitim görmez, hayata bir hiç olarak girerlerse, parlamentolar ve bütün hukuk düzeni mevcut olduğu halde toplumsal hayat yine sönük ve paslı olacaktır. Bu nesilden gelen memurlar ihmalkâr, bakanlar ise siyasi cambaz olurlar. Milletvekilleri çıkar peşinde koşarlar. Okullar yeni neslin beynini ve kalbini kurutan ve kavuran birer yer olur. Basın, sokak satıcılarına, çığırtkanlara döner. Halk kitleleri ise kendilerine yabancı olan her şeye, özellikle üst tabakalardan olan insanlara karşı nefret, haset ve ihanet hislerini besleyen aç veya tok sürüler gibi olur.
  • 79/119 'Demek siz Tanrı'la mücadele ediyordunuz. Kiliseleri soymanız, iyi insanları öldürmeniz hep Tanrı'yı kızdırmak için miydi? Siz çok budala, kalbi kararmış bir insansınız.'
'Fakat madem Tanrı var, niçin benim cezamı vermiyor?'
'Oğlum, sen Tantı'yı kendin gibi zannederek onunla uğraşmaya kalkmışsın. Tanrı sana karşılık vermez çünkü senin gibi canilere benzemez. Tanrı'nın ve sizin savaşma biçimleriniz farklıdır. Eğer Tanrı senin cezanı vermemişse, kendini ıslah etmeni beklemiştir. Eskiden o küçük Johan nasıl iyi ve masum bir çocuk idiyse sen yine öyle olmaya çalış.'
  • 83/119 Robinson, yeryüzünde mutluluğun peygamberi ve yardımcısıdır. Leopardi, Schopenhauer ve Hartmann'dan yüz kat daha filozoftur. İnsanlığın yaşamının iyileştirilmesi için verilen mücadelenin ve zaferin habercisidir.
Robinson bize dünyanın ve yaşamın efendisinin insan olduğunu öğretiyor.
Fırtına denizde gemiyi paramparça ediyor. Etrafta, bırakın bir ülkeyi, üzerinde yaşanabilecek bir toprak parçası bile yok! Dört taraf engin denizlerle kaplı. Bütün yolcular yok olmuş. Tek bir genç, bir tahta parçası üzerinde yalnız başına sağ kalmış. Dalgalarla sürüklenip insansız bir adaya varıyor. Aç ve çıplak olan bu gence ne oldu acaba? Yok mu oldu? Yoksa ümitsizlikle kendini mi öldürdü dersiniz?

Robinson, batan gemiden kurtarabildiği her şeyi bin bir zorlukla adaya sürükledi. Önce kendisine bir ev kurdu. Buğday ekti, yabani keçileri evcilleştirdi. Sonrada adaya gelen vahşilerden birini yakalayıp ehlileştirdi. Onunla arkadaş oldu, onu kendisine yardımcı yaptı. Kısacası ıssız adada mükemmel ve düzenli bir hayat kurdu. Hem de tek başına!..Genç bir çocuk!..Boş bir adada!..'
  • 84/119 'Fin kardeşlerim! Ulusumuzu meydana getiren iki milyon Fin, bu Robinson adındaki gençten daha güçsüz, daha iradesiz, daha mı akılsızdır?'
Saygıdeğer öğretmenler, rahipler, hâkimler, mühendisler, memurlar, avukatlar, genç Suomi'nin evlatları, aydınlarının çiçekleri, siz de halkınız içinde birer Robinson olmak istemez misiniz? Robinson ıssız adanın orta yerinde insan eti yiyen vahşiyi ehlileştirmiş; kendisine arkadaş ve yardımcı yapmış. Siz ise büyük şehirlerde , yüksekokulların, yayınevlerinin, tiyatro ve müzelerin duvarlarının arkasında milyonlarca insanımız hakkında, 'Bunlar cahildir, kabadır, sarhoştur!' diye şikâyet ediyorsunuz. 
  • Jarvinen konuşmasına şöyle devam ediyordu:
Bu konferans benim gözlerimi açtı. Sırtımda büyük ve güçlü kanatlar çıktı zannettim. Bende de büyük insan olma hevesi oluştu.
  • 85/119 İrade ve azimli çalışma sayesinde gençliğimizde kurduğumuz hayallerin hayatta gerçekleştiğini çok geçmeden gördük.

Kitap : 1984

Kitap Adı : 1984
Yazarı : George ORWELL
Çeviri : Celal ÜSTER
63. Basım (1. basım 1984) Can Yayınları
 
01.2019*02.2019
Kitap Kulübü-2
Evet bir distopya! Kitabı okurken zaman zaman günümüzde de benzer olaylar yaşanıyor mu acaba diye sorguladığım, farklı bir bakış açısı katan, "2+2=5" yeri geldiğinde inanmamıza rağmen iki artı ikinin bile beş ettiği bir dünya... Tarih aslında geçmişte yaşanılan olaylardan ibarettir ve değiştirilemez, değiştirilememelidir de. Teorisi böyle tabii peki ya aktaran kişiler farklı aktarırsa? Peki şimdiye kadar doğru olduğunu sandıklarımız da böyleyse...
 
KÜLTÜR NOKTASINDAN SEÇMELER
  • 17/350 Ansızın aklına bir soru düştü: Bu günceyi kimin için tutuyordu? Gelecek için, daha doğmamış olanlar için. Aklı bir an sayfadaki kuşkulu tarihin çevresinde dolandı, sonra Yenisöylem'deki çiftdüşün sözcüğüne tosladı. İlk kez, üstlendiği işin büyüklüğünün ayırdına vardı. Gelecekle nasıl iletişim kurabilirdi ki? Doğası gereği olanaksızdı. Gelecek ya şimdiye benzeyecekti, ki o zaman ondan haberi bile olmayacaktı ya da şimdiden farklı olacaktı, ki o zaman da içinde bulunduğu durumun hiçbir anlamı kalmayacaktı.
  • 18/350 Tek yapması gereken, yıllardır kafasının içinde akıp giden o bitmez tükenmez, tedirgin monologu kâğıda dökmekti.
  • 45/350 Parti sloganında ne denuiyordu: "Geçmişi denetim altında tutan, geleceği de denetim altında tutar; şimdiyi denetim altında tutan, geçmişi de denetim altında tutar." Üstelik geçmiş, doğası gereği değiştirilebilir olmasına karşın, hiçbir zaman değiştirilmemişti. Şimdi gerçek olan, sonsuza dek gerçekti. Çok basitti. Tek gereken, kendi belleğinize karşı sonu gelmeyen zaferler kazanmanızdı. "Gerçeklik denetimi" diyorlardı buna: Yenisöylem'de ise "çiftdüşün".
  • 45/350 Aklı çiftdüşünün dolambaçlı dünyasına kayıp gitmişti. Hem bilmek hem de bilmemek, bir yandan ustaca uydurulmuş yalanlar söylerken bir yandan da tüm gerçeğin ayırdında olmak, çeliştiklerini bilerek ve her ikisine de inanarak birbirini çürüten iki grüşü aynı anda savunmak; mantığa karşı mantığı kullanmak, ahlaka sahip çıktığını söylerken ahlakı yadsımak, hem demokrasinin olanaksızlığına hem de Parti'nin demokrasinin koruyucusu olduğuna inanmak; unutulası gerekeni unutmak, gerekli olur olmaz yeniden anımsamak, sonra birden yeniden unutuvermek: en önemlisi de, aynı işlemi işlemin kendisine de uygulamak.
  • 46/350 İngsos sözcüğünü 1960'tan önce duyduğunu hiç sanmıyordu, ama Eskisöylem'deki biçimiyle -yani "İngiliz Sosyalizmi" olarak - daha önce de var olmuş olabilirdi. Her şey bir bilmece gibiydi. Bazen bir yalanı saptamak mümkün olabiliyordu. Örneğin, Parti'nin tarih kitaplarında Winston daha küçük bir çocukken bile uöakların var olduğunu anımsıyordu.
  • 50/350 Times'ın belirli bir sayısında gerekli görülen tüm düzetmeler bir araya getirilip arman edilir edilmez, o sayı yeniden basılıyor, asıl nüsha yok ediliyor ve arşive onun yerine düzeltilmiş nüsha konuyordu. Bu sürekli değiştirme işlemi yalnızca gazeteler için değil, kitaplar, süreli yayınlae, broşürler, posterler, kitapçıklar, filmler, ses bantları, karikatürler, fotoğraflar, siyasal ya da ideolojik bakımdan önem taşıyabilecek her türlü kitap ve belge için geçerliydi. Geçmiş, günü gününe, neredeyse dakikası dakikasına güncelleniyordu. Böylelikle, Parti'nintüm öngörülerinin ne kadar doğru olduğu belgeleriyle kanıtlanmış oluyor; günün gereksinimleriyle çelişen tüm haber ve görüşler kayıtlardan siliniyordu. Tüm tarih, gerektikçe sık sık kazınan ve yeniden yazılan bir palimpseste dönmüştü.
  • 57/350 Winston, bir an düşündükten sonra söyleyaz'ı azına yaklaştırdı, Büyük Birader'in o bildik üslubuyla söyleyip yazdırmaya başladı; hem askeri hem de bilgiç bir üsluptu bu, soru sorup sonra birden soruyu yanıtlama hilesini kullandığından ("Bütün bunlardan ne ders alıyoruz, yoldaşlar? İşte, İngsos'un da temel ilkelerinden biri olan bu ders..." vb. vb.) taklit edilmesi de kolaydı.
  • 58/350 Yaşayanların değil de ölülerin yaratılabilmesinin ne kadar tuhaf olduğunu geçirdi aklından. Yoldaş Ogilvy şimdide hiç yaşamamıştı ama, artık geçmişte yaşıyordu; üstelik, bu sahtecilik unutulduktan sonra, varlığı Charlemagne ya da Julius Caesar kadar gerçek, onlar kadar tanıtlı kanıtlı olacaktı.
  • 61/350 Bana öyle geliyor ki, sizler asıl işimizin yeni sözcükler icat etmek olduğunu sanıyorsunuz. Oysa ilgisi yok! Sözcükleri yok ediyoruz; her gün onlarcasını, yüzlercesini ortadan kaldırıyoruz. Dili en aza indiriyoruz.
  • 81/350 Winston yazmayı sürdürdü:Bilinçleninceye kadar asla başkaldırmayacaklar, ama başkaldırmadıkça da bilinçlenemezler.
  • 91/350 Bir zamanlar dünyanın güneşin çevresinde döndüğüne inanmak nasıl delilik belirtisi olarak görüldüyse, şimdi de geçmişin değiştirilemeyeceğine inanmak delilik belirtisi olarak kabul ediliyordu.
  • 93/350 Bir Parti üyesinin ilke olarak hiç boş vaktinin olmaması ve yatak dışında hiç yalnız kalmaması gerekiyordu. Çalışmak, yemek yemek ya da uyumak dışında kalan zamanlarda mutlaka ortaklaşa bir etkinliğe katılmalıydı: Yalnızlıktan keyif aldığını gösteren herhangi bir şey yapması, dahası kendi başına yürüyüşe çıkması bile her zaman biraz tehlikeli olabilirdi. Yenisöylem'de buna, bireycilik ve ayrıksılık anlamında ayrıyaşam deniyordu.
  • 97/350 Her hafta inanılmaz ikramiyeler dağıtan Piyango, proleterlerin büyük bir ciddiyetle izledikleri tek toplumsal olaydı.
  • 97/350 Winston'ın, Varlık Bakanlığı'nca yürütülen Piyango'nun işleyişi konusunda pek bilgisi yoktu, ama ikramiyelerin çoğunlukla hayali olduğunun farkındaydı (aslında Parti'deki herkes farkındaydı). Yalnızca küçük ikramiyeler ödeniyordu, büyük ikramiyeleri kazananlar ise gerçekte var olmayan kişilerdi. Okyanusya'nın bir bölgesi ile  başka bir bölgesi arasında doğru dürüst bir iletişim bulunmadığı için, bunu ayarlamak zor değildi.
  • 104/350 Yirmi yıla kalmaz, şu basit ama müthiş soruyu, "Devrim'den önce hayat şimdikinden daha mı iyiydi?" sorusunu yanıtlayacak bir tek kişi kalmaz ortalıkta, diye geçirdi içinden. Gerçi bu sorunun yanıtını almak daha şimdiden olanaksızlaşmıştı, o günlerden sağ kalan birkaç kişi d eski ile yeniyi kıyaslamayı beceremiyordu. Milyonlarca ilgisiz ayrıntı anımsıyorlardı, bir iş arkadaşıyla yapılmış bir kavga, kayıp bir bisiklet pompasının nasıl arandığı, çok önce ölmüş bir kız kardeşin yüzü, yetmiş yıl önce rüzgarlı bir sabah havaya kalkan toz bulutları; önemli gerçeklerin tekmili birden belleklerden silinmişti Küçük nesneleri görebilen, ama büyük nesneleri göremeyen karıncalara benziyorlardı.
  • 148/350 Parti, kendisi için tehlikeli bulduğu cinsellik güdüsünü kendi yararına yönlendirmişti. Ana babalık içgüdüsü konusunda da benzer bir oyun oynanıyordu. Aile tümden ortadan kaldırılamadığı için, insanlar eskiden olduğu gibi çocuklarını sevmeye özendiriliyordu. Buna karşılık, çocuklar ana babalarına karşı sistemli bir biçimde kışkırtılıyor, onları ispiyonlamaları ve sapmalarını ihbar etmeleri öğretiliyordu. Aile, Düşünce Polisi'nin bir uzantısı olup çımıştı. Artık aile herkesin gece gündüz kendisini yakından tanıyan muhbirlerle kuşatılmasını sağlayan bir aygıttı.

27 Ocak 2019 Pazar

Eğitim : Seçmeler

Duygusal Zeka
14.10.2017
Yaşadıklarımdan Öğrendiğim Bir Şey Var
...
Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var:
Yaşadın mı büyük yaşayacaksın, ırmaklara, göğe, bütün evrene karışırcasına
Çünkü ömür dediğimiz şey, hayata sunulmuş bir armağandır
Ve hayat, sunulmuş bir armağandır insana
...
Ataol Behramoğlu

Doğulu bir hükümdar tüm bilge adamlarını görevlendirir. Her zaman göz önünde bulunacak, tüm zamanlarda ve tüm durumlarda doğru bür cümle bulmalarını ister. En sonunda bir cümle bulunur:
Bu da geçer! Ne kadar çok sey anlata bir cümle. Gurur anında ne kadar yola getirici, ıstırabın derinliklerinde ne kadar avutucu...


Bambu Ağacı
Çin bambu ağacının yetişmesi olumlu ısrar, aktif sabır için güzel bir örnektir.
Çinliler bu ağacı şöyle yetiştiriyorlar;
Birinci yıl tohum dikilir, düzenli sulanır ve gübrelenir.
İkinci yıl da sulamaya, gübrelemeye devam edilir ama tohum toprağın dışına filiz vermez.
Üçüncü ve dördürcü yıllarda da  aynı işlemler yapılır fakar inatçı tohum hala filiz vermez.
Çinliler beşinci yıl içinde de bambuya su ve gübre vermeye devam ederler.
Ve nihayet beşinci yılın sonunda bambu yeşermeye başlar, altı hafta gibi kısa bir zamanda yaklaşık 27 metre boyuna ulaşır. Ancak bambu ağacı 27 metre boya 6 hafta içinde mi, 5 yıl içinde mi ulaştı? Kuşkusuz ki 5 yılda... Büyük bir sabırla  5 yıl ki bakım, çaba olmasaydı bambu var olamazdı.


Gabriel Garcia Marquez'in Veda Mektubu
...
Gün geçmesin ki, karşılaştığım tüm insanlara onları sevdiğimi söylemeyeyim. Tüm kadın ve erkekleri, en sevdiğim insanlar oldukları konusunda birer birer ikna ederdim. Ve aşk içinde yaşardım. Erkeklere, yaşlandıkları zaman aşkı bırakmalarının ne kadar yanlış olduğunu anlatırdım. Çünkü insan aşkı bırakınca yaşlanır. Çocuklara kanar verirdim. Ama uçmayı kendi başlarına öğrenmelerine olanak sağlardım. Yaşlılara ise ölümün yaşlanma ile değil unutma ile geldiğini öğretirdim.
...

Hayatta Ne Öğrendim
...
Sevmeyi öğrendim.
Sonra güvenmeyi...
Sonra da güvenin sevgiden daha kalıcı olduğunu,
Sevginin güvenin sağlam zemini üzerine kurulduğunu öğrendim.
...
Evreni öğrendim.
Sonra evreni aydınlatmanın yollarını öğrendim.
Sonunda evneri aydınlatabilmek için önce çevreni ayndınlatabilmek gerektiğini öğrendim.
...
Dünyaya tek başına meydan okumayı öğrendim genç yaşta.
Sonra kalabalıklarla birlikte yürümek gerektiği fikrine vardım.
Sonra da asıl yürüyüşün kalabalıklara karşı olması gerektiğine vardım.
...
Gerçeği öğrendim bir gün.
Ve gerçeğin acı olduğunu...
Sonra dozunda acının,
Yemeğe olduğu kadar hayata da lezzet kattığını öğrendim.
Her canlının ölümü tadacağını, ama sadece bazılarının hayatı tadacağını öğrendim.
Doslarım, ben dostlarımı ne kalbimle ne de aklımla severim.
Olur ya kalp durur, akıl unutur.
Ben dostlarımı ruhumla severim. 
O ne durur, ne de umutur...
Mevlana


Kızılderili Öyküsü
Kızılderili ile torunu evin önünde oturmuş, biraz ötede boğuşan biri siyah diğeri beyaz iki köpeği seyrediyorlardı. Torun sordu:
- Neden iki tane köpek besliyorsun?
- Onlar benim için iki simgedir evlat, iyilik ve kötülüğün simgesi...İyilik  ve kötülük de içimizde böyle sürekli mücadele eder durur.
- Peki sence hangisi kazanır mücadeleyi?
Bilge reis derin derin gülümsedi
- Hangisi mi evlat? Ben hangisini daha çok beslersem o...

SİNEMA : Seçme Replikler



Film : Beni Unutma 
10.01.2019
Sinan - Mert Fırat

  • Sinan : "Sen bana beddua ettin mi?"

Aslında filmdeki en çarpıcı sahnelerden birisidir. Bu nedenle filmi izledikten sonra fragmana dönüp izledim acaba bu sahne yer alıyor mu diye? Sesli olarak sahnelenmese de yer alıyor. Neyse ki fragmanı düzenleyen editör ile hemfikiriz.

22 Mayıs 2017 Pazartesi

KİTAP : SİMRU

Kitap Adı : SİMRU
Yazarı : Kahraman TAZEOĞLU
21.05.2017*21.05.2017 23:45
Hangi kitabı satın alsam derken bu ruh hali ile politik, tarihi vs. alacak değildim. Birkaç kitabın arka sayfasına baktım hiçbiri beni yansıtmıyordu. Ta ki bu kitabı elime alana kadar. Ne miydi beni çarpan cümleler?
Bana gelince… İyiyim ben. Aşkta özgürlüğün tutsaklıkla başladığını ve aynı zamanda da hayatta aşktan daha önemli şeyler olduğunu öğrendim. Mesela insan olmak…
KÜLTÜR NOKTASINDAN SEÇMELER
7/254 Kaybettiğimiz halde bir gün döneceğine inandığımız insanlar vardır. Ansızın kalbimize misafir oluveren ve hiç ummadığımız bir anda içimizden çıkıp giden... İßte bu yüzden sevmek bize kaybetmeyi de öğretir. Biz yolcu etmiß olmasak bile onlar bizim gidenlerimizdir. Sen de öylesin benim için.
8/254 Varlığına saklanıp, yokluğuna sığınırcasına sevdim. İçimdeki kalabalığın, bir gün yokluğunun çokluğu olacağını bile bile sevdim. "Vereceği mutsuzluk yokluğundan iyidir" dedim. Kalbimi ezmene, üstüne basa basa içimden geçmene razı oldum. Ruhumda açtığın yaraları bile sevecek kadar çok sevdim seni.
9/254 Mutluydum ve bedelini bir gün mutlaka ödeyecektim.
11/254 Aslında nereye varmayı başaramamışsa orayı özlüyor insan.
Seni sevmenin en ince yanı ne biliyor musun? Hala sevebiliyor insan, kalbi hiç kırılmamış gibi... Sen bensiz yaşıyorsun da ben sensiz ölemiyorum bile inan ki...
90/254 "Kiminle olursan ol kimsesiz kalmaktır yalnızlık. Yaranın kapanması demek izinin kaybolacağı demek değildir. Bu yüzden nice sargı bezleri yetişse de yaranın imdadına, o bezler sökülüp atıldıktan sonra sen yaranın iziyle başbaşa kalırsın. O bezler yalnızlığında yanında olan insanlardır aslında. Yaralarının iyileşmesine yardımcı olurlar. Yaranı kapatırlar ama asla izleri yok edemezler. O izler senin kimsesizliğindir işte. Bu yüzden kiminle olursan ol kimsesiz kalmaktır yalnızlık. O izleri bezler değil, sen taşırsın çünkü. Bezler gider, izler kalır."
91/254"Yanında değil, içinde kimsenin olmamasıdır asıl yalnızlık."
123/254 Sen bana iyi akşamlar dedin ve ben senin arkandan dakikalarca o boşluğa baktım. Birazdan öğrenecektin acı gerçeği. Birazdan yıkılacaktı dünyan. Birazdan hayatın başka bir safhasına geçecektin. Bir önceki safhaya bir daha hiç dönmeyecektin. Yaşam birazdan senin için daha da zorlaşacaktı. Ve senin bunların hiçbirinden haberin yoktu o an. Ve ben senin için hiçbir şey yapamayacaktım. Ertesi gün baktığımda sıran bomboştu...
148/254 Kadınlar nasıl sevilmek isterse öyle sever.
150/254 Hiç kimseye benzemediği için sevdiğim adamı herkese benzemeye başladığı için terk etmek zorunda kaldım. 'Kalmalarım sana ne verdi ki gidişim senden bir şey alsın...' diyerek sarıldım ona. Sarıldım ve terk ettim onu. 'İçimde o kadar çok sen kaldı ki göme göme bitiremeyecekler beni' dedim ve bir daha sarıldım. Sonra gözlerine baktım ve son sözümü söyledim. 'Aldattığın için değil, kimseyi aldatmaman gerektiğini öğrenmen için seni terk ediyorum'
151/254 Kaybedecek bir aydınlığın yoksa karanlıktan da korkmazsın.
152/254 Böyle bir ihanete verebileceğim tek cevap onu unutmak olacaktı. Ben de öyle yaptım. Onu, unutarak yendim. Ve şunu öğrendim ki bazı insanlar aşkı yaşamak için değil, harcamak için arıyor. Belki doğru aşkı bulamıyorum ama onlarca yanlış biliyorum artık. Bu tecrübeler yolumu aydınlatıyor.
153/254 Kanatlarımı kırmışsa benden melek olmamı beklemeyecek!
154/254 En kötüsü de neydi biliyor musun? Onun gözlerine bakıp bakıp kendi acımı görmek... Kendi acımdan yola çıkıp yine kendime acımak. Ben kendi yolumu onun gözlerindeki ışıkla aydınlatıyordum çünkü... Belki de gözlerindeki ışık, kalbindeki karanlığı görmemi engelledi bilmiyorum. Kalbi kirli ve karanlık birinin kurduğu temiz cümlelere inanmaktı hatam. Keşke kalp kırılan değil, bükülen birşey olsaydı. O zaman daha kolay olurdu eski haline gelmesi.
Bir gün ona 'Eski sen değilsin ama yenisi de olamamışsın' dedim durup dururken.
Çok ağladım. Sadece bir kere sordu neden ağladığımı. Acı acı gülümsedim o zaman 'Bir kızın akıttığı gözyaşı karşısındakine söyleyemediği her şeydir' dedim ve sustum. Suskunluğum, söyleyeceklerim tükendi diye değil söylediklerim boşa gittiği içindi. Sustuğum için beni suçladığında kızmadım ona. O an konuşsam da anlamayacaktı ve ben o zaman Çağrı'dan çok kendime kızacaktım. Sevgi anlayışı kendinden öteye geçmeyen birini sevmiştim. Ve ne yazık ki bunu anladığımda iş işten geçmişti.
İnsanın sevdiğine bakınca kendini görmesi ama ona doğru yola çıktıkça onda kendini bulamaması ne acıdır bilir misin? Kendini ararken onda kayboluyorsun, onu bulduğunda kendini kaybediyorsun. Öyle garip bir son ki bu, başladığın yer bitişin oluyor. 'Ah aşk...' diyorsun sonra. 'Bazen olmazı olduruyorsun, bazen de açmışı solduruyorsun.'
Sonra bir süre kendine gelemiyorsun. Aldatılmanın ağrısı asılıyor boynuna. Ne yapacağını bilemiyorsun. İçinden atman gerekenleri içinde çürütüyorsun. Zaman zaman kendini suçluyorsun. 'Sorun aldatılmak değil aslında. Sorun, benim güven denen duyguyu yanlış kullanmam.' İşte böyle düşününce kendini suçluyor insan. Suçu o işlese de cezayı sen kendine kesiyorsun. Kafan o kadar karışıyor ki tüm ilişkiyi baştan sona sorguluyorsun. Acaba ben nerede hata yaptım diyorsun. Çok düşündünm inan bunu. Ve en sonunda asıl büyük hatayı benim yaptığıma karar verdim. Nasıl mı? Bak anlatayım... Ona ulaşabilmek için kendimi ulaşılmaz biriymiş gibi gösterdim. İnsan ulaşamadığının peşinde koşarmış ya hah! İşte tam da öyle olsun istedim. Öyle de oldu. O bana ulaşamadıkça gözünde büyüdüm. Devleştim adeta. İşte tam zamanıydı. Artık amacıma ulaşmama son bir adım kalmıştı. Ve sonunda o ulaşılmaz olan 'beni' ona kendi ellerimle sundum. Bir an şaşkına döndü. Çok mutlu oldu. Peşimde koşup dururken, birden beni altın tepside sunulmuş buldu. Sonra zamanla alıştı buna. Her şeye alıştı. Ona değer vermeme alıştı. İstemediği hiçbir duyguyu ona tattırmadım. İstemediği hiçbir davranışı ona karşı sergilemedim. Ve sonunda onu şaşırtmamaya başladım.
Peşinden koştuğu değil, elinin altında olandım artık. Ve anladı. Aşkın ne olduğunu değil ne
olmadığını anladı. Aşık olduğu şey ben değildim. Benim ulaşılmazlığımdı. Ulaşılmazlık üstüne oturttuğun bir aşkın sonu kavuşmayla biterse aşk da aynı hızla bitmeye başlıyor. Uzağındayken gözünde büyüttüğün, gözünün önündeyken küçülüyor.
173/254 Kendini bulmak yetmez, kendindeki güzelliği de bulacaksın ki, gerisini def etmek için bir pusulan olsun. İnsan ke ndisindeki güzelliği bulamadıkça ziyandadır.
175/254 Su neden yanmaz?
Su molekülü iki hidrojen ve bir oksijen atomundan oluşur. İki hidrojen oksitlenerek birleşir. Oksitlenme dediğimiz de bir yanma tepkimesidir. İki hidrojen ve oksijen birleşerek su olur. Yani oksijen, iki hidrojeni yakar ve üçü birleşir. Hidrojenler yanarak birleşir ve kendilerini yakanla da bir olurlar.
Ceyhun "İşte aşk budur Simru" dedi."Aşk iki insanı yakarak birleştirir ve iki aşık, onları yakan aşkla bir olurlar. İki aşık birlikteyken hiçbir şey onları yakmaz. Çünkü ikisi de küldür. Kendinde saklı ve  yeri değişmez olanı aşık olmadan bilemezsin. Onu güzellik buldurur sana."
189/254 Üstünde binlerce gemi yüzdürse de, içinde milyonlarca canlı barındırsa da yine de hep yalnızdır ya deniz. Tutunamaz ya hiçbir kıyıya, gidip gidip gelse de dalgaları...
196/254 İnsan kendisi için düşündüğü tüm ayrıcalık ve iltimasları karşısındaki kişi için de düşünmeye başladığı an anlıyor aşık olduğunu.
Aklım ondan nefret ederken kalbim hala onu sevmeye devam etti bir süre...
232/254 O kadar acı çekiyorum ki bunu kelimelerle anlatamam. Yaşamak için kendime boşluklar bulmaya çalışıyorum. Hayat ciğerime batıyor. Böyle de nefes alınıyor, alınıyor da yaşamak zor geliyor işte...
234/254 Erich Fromm ' Her insan mutlu olamaz... Çünkü gereğinden fazla özler dünü, hak ettiğinden fazla düşünür yarını ve hiç hak etmediği kadar bilinçsizce yaşar bugünü. Her insan mutlu olamaz çünkü gereğinden fazla özler hayatından çıkanları. Hak ettiğinden daha büyük umutla bekler hayatına girecekleri ve asla göremez yanı başındakileri' der.
238/254 Yerime kimi koyduğunu bilmek istedim. Bilmek huzur getirmese de bazen...Madem sen Erich Fromm'dan örnek verdin ben de bir başka isimden örnek vereyim sana. Sabahattin Ali'nin de dediği gibi, 'Dümdüz yolda yürürken ayağımız bir şeye takılır hani. Dönüp, ayağınızı acıtan şey nedir diye bakarız önce... Bilmek, acıdan daha mühimdir bazen.' Ben bilmenin acısını yaşadım, sen bilmediğimi düşünüp gönül eğlendirirken...
Tamamlayamadığın hangi vicdansızlığın için döndün? Geçmişim olamamıştı , şimdi geleceğim olmak için mi geldin?
239/254 Mezarıma çiçekle gelmen, beni öldürmüş olduğun gerçeğini değiştirmiyor.
Onu mutlu etmek için beni üzdün ama gördüğüm kadarıyla onunla da mutlu olamamışsın. Elindeyken değersiz olan ama kaybettiğinde kıymete binen biri miyim ben senin için? Kıymet bilmek yetmez, kıymet vermek de gerekirdi. Sen bunun için çok geç kaldın. Çünkü hayat bir kere yaşanır. Yara geçer, susar, ama izleri hep konuşur Kadir.
246/254 İçimizi yakarak, kendimizi kurtarmaya çalışmaktır keşke. Gizli utançların ve gizli kederlerin kelimesidir. Keşkelerin çoğaldıkça sen azalıyorsun farkında mısın? Mutluluğundan çalıyor, eskimiyor ama eksiltiyor. Her köşe başından sana göz kırpıyor. Kaybedenlerin satır başıdır keşke.
Beni düşünerek kurduğun her cümle içini sızlatan bir keşkeyle bitecek buna alış. Ve bunu anlamaktan yorul! Ama o kadar da üzülme. Tecrübe denilen şey o keşkelerin toplamı değil midir zaten?

8 Mayıs 2017 Pazartesi

KİTAP : KRİSTAL DENİZALTI

Kitap Adı : KRİSTAL DENİZALTI
Yazarı : Ahmet ALTAN
03.05.2017*08.05.2017
Bu kalemi gerçekten takdir ettiğimi, kendimden bir parça bulduğumu kitabın arka sayfasını okurken hissettim. Eminim ki sizlerde kendinizden bir parça bulacaksınız bu derin cümlelerde...
Bazen en büyük öfkeyi en çok sevdiklerimize duyarız.
Bazen en yakınlarımız en çok acıtır canımızı.
Bazen en tutkulu aßkla bağlı olduğumuzdan en vahßi intikamı almak isteriz.
Bazen kendi duygularımızdan bile kußkuya düßeriz.
Bazen sevdiğimiz kußkulandırır bizi.
Sevgiyi, aßkı, mutluluğu saf ve lekesiz bir biçimde ele geçirmeyi baßaramayız.
Hayat, bütün izlerin birbirine karıßtığı ürkütücü bir ormana benzer bazen.
Böyle zamanlarda bir ses, bir ißaret, bir yardım ararız yaßadıklarımızı ve bize yaßatılanları anlayabilmek için.
Bizim yaßadıklarımızı baßka yaßayanlar var mı merak ederiz.
Bu kitap, insan duygularının karmaßıklaßıp belirsizleßtiği ilißkileri, o ilißkilerin içinde her an biçim değißtiren duyguları, içimizi yaralayan kıskançlığı, kendi mutluluğumuza kendi seçimlerimizle engel olduğumuz anları, kararsız kalmanın korkunç bir karar olarak hayatımıza yansımasını, ßehvetin ruhumuzu zaptettiği o karanlık çağıltıyı, kimi zaman ele geçirdiğimiz mutluluğun ıßıltısını, o mutluluğu kaybetmemize yol açan hatalarımızın geçmißimize uzanan kökleri anlatıyor bize.
İlk sayfasını okumaya basladığımda ise daha ilk sayfadan kendime alınabilecek notlarımın olması cabası...
KÜLTÜR NOKTASINDAN SEÇMELER
7/159 'Biz birbirimizin hiçbir seyi olmayacaktık, ama her seyi olduk' diye yazmıstı Alman siirinin Zeus'u. (Goethe)
9/159 'Ben senin her seyin olacağım' açgözlülüğü, sevdiğin insanı kendi varlığınla sarıp dünyadan kopartarak, yalnızca kendine ait, baskalarının giremeyeceğinden emin olduğun bir kapalı bahçe haline getirme arzusunun boğuculuğu, kimse kimsenin 'her seyi olamayacağından' sonunda insanı sıkıntıyla bunaltarak, karsındakinin 'hiçbirseyi olmama' isteğine sürüklüyor herhalde.
Tersine bir yolculuk varmıs gibi gözüküyor.
Hiçbir seyi olmamaktan baslarsan, o genis özgürlük meralarından 'her seyi olmaya' ulasabiliyorsun.
Her seyi olmaktan  baslarsan, kısa zamanda gideceğin yer 'hiçbir seyi olmamak' oluyor.
Hiçbir seyden baslayan macera artarak, çoğalarak, genisleyerek büyüyor.
Her seyden baslayan ise sürekli eksilmeye, azalmaya, sonunda yok olmaya mahkum gözüküyor.
'Birbirlerinin herseyi olmak', gelip bir sınıra dayanmanın, her türlü hareketten, kıpırtıdan yoksun iki kisilik bir hapishanenin temelllerini atmanın parolasına dönüsüyor.
Sanırım, yeryüzünde birbirini seven hiç kimse 'birbirinin hiçbir seyi' ya da 'birbirinin her seyi' olmayı becerememistir, ikisi de imkansızdır çünkü.
Birbirinizi seviyorsanız 'birbirinizin hiçbir seyi' olarak kalamazsınız * sevgi hareket eder, yürümek, ilerlemek, 'her seyi olmaya' doğru gitmek ister* sonunda 'her seyi olursanız', ondan sonrası bir ayrılık mektubudur ya da daha fenası, bir sıkıntı ve kaçıs.
17/159 İyi haberlere inanmakta güçlük çekersin, kötü haberlere ise inanmaya ise hemen hazırsındır.
Kıskançlık baßladıktan sonra kußku kesin dißleriyle öyle kemirir ki içinde herhangibir ßeye inanabilecek sağlam tek bir yapı bile kalmaz* uçurumlarla dolar zihnin* inanmak istediğin, inanmaktan sevinç duyacağın her haber, her bakıß, her söz, her gülümseme, aynı kuyrukluyıldızlar gibi, bir anlık bir ıßıkla parladıktan sonra o uçurumlara doğru kayıp kaybolur.
Ne gariptir, seni sevindiren o gülümseyißi görüp o sözü duyduktan sonra, o bir anlık sevinci yaßayıp da ardından kaybedince kußkuların eksileceğine daha da artar, o gülümseyißin senß aldatmak için olduğunu düßünürsün, bu sefer kußkularına düßmanlık da karıßır.
Ve bir insanın birini hem sevip hem de ona düßmanlık duyması kadar taßıması zor bir duygu ikiliği, inanın az bulunur.
20/159 Ancak kıskançlıktan ve acıdan kurtulurken sevgiden de kurtulduğunu, sevdiğine duyduğun sevginin azalmaya baßladığını hissedersi ki, bu da baßka bir acı yaratır, çünkü insan birini severse onu sevmekten vazgeçme ihtimalini düßünmeye bile tahammül edemez.
28/159 İnsan sevdiğini görmediğinde...
Hayatın içinde, insanların sevmek için görmeye ihtiyaç duyduğuna ßahit oluyoruz* kaybedißler unutußları da getiriyor* bir bedenin aracılığı olmadan bir ruha bağlılığımızı çok sürdüremiyoruz, 'Tanrımız' olmuyor sevdiğimiz* imanımızı çabuk kaybetmeye, bütün inançsızlar gibi sevgimizin sürmesi için bir kanıt görmek istemeye çok yatkınız.
55/159 Hayat, kutsal kitaplarda anlatıldığı gibi kat kattır* Babil'in asma bahçeleri gibi teraslar halinde yükselir.
Bir terastan bir terasa sizi kadınlar götürür.
Ve bugün durduğunuz teras, seyrettiğiniz manzara, gördüğünüz hayat, yanınızdak kadının terası, manzarası, hayatıdır* hayatın hangi katında durduğunuzu, yanınızdaki kadının durduğu kat belirler.
Hayatınız, seçtiğiniz kadındır.
Bir kadın değil bir hayat seçersiniz çünkü.
79/159 Acaba kaçımız gelecek korkusu yüzünden geleceğimizi kaybettik?
108/159 Her ölümle değißirsin.
Her yok olußla biraz da sen yok olursun.
İnsan ßaßırır ölümü görünce.
Hep beklenmedik bir ßeydir ölüm.
Geleceği hep bilinen, geleceğine hiç inanılmayan bir ßey.
109/159 Ölümün, zamandan alınacak ödünç anların bitmesi olduğunu kavrarsın.
Geri çağırmak için duyulan o müthiß istektir duyduğun acı, o isteğe verilmeyen cevaptır.
110/159 Uzun bir yolculuğa çıkanı çağıranlara cevap veren bir satırdır o:
'Gideceği çok uzun bir yol var, geri çağırmak nafile.'
114/159 Ne zaman kalabalık bir yerde erkeklerin baßları aynı anda kapya dönse, içeri bir borderline tipi kadın girdiğini anlarım
'Borderline' dediği, değißken ve huzursuz bir kißiliği tanımlayan ruhsal rahatsızlığın adıydı.
Meyvelerin bozulmasından lezzetli ve yakıcı içkiler elde edilmesi gibi insanların bozulmasından da baß döndürücü bir çekicilik mi doğuyordu?
Niye Hamlet delirecek olanı, Romeo ölecek olanı, Otello kußkulanılacak olanı, Anna Karenina bencil olanı seçiyordu?
123/159 Kahramanlarının ölümüne ağlayan, yeryüzü tarihinin en muhteßem insanı, bir yapım hatası sayılabilecek kadar büyük bir yaratma gücüne ve Tanrı'nın acıklı bir ßakası sayılabilecek kadar çelißkiye sahipti.(Balzac)
129/159 Gülibrißim ağacı

11 Kasım 2016 Cuma

TİYATRO : ŞAHANE ZÜĞÜRTLER

ŞAHANE ZÜĞÜRTLER
Yazan : Jacques DEVAL
Çeviren : Asude ZEYBEKOĞLU
Yöneten : Haldun DORMEN
Sahne Tasarımı : Barış DİNÇEL
Kostüm Tasarımı : Canan GÖKNİL
Işık Tasarımı : Özcan ÇELİK
Efekt : Serkan YAVŞAN
Yönetmen Yardımcısı : Ceylan ÇETE, Doğan ŞİRİN, Emel BERTAN, Begüm YAZICIOĞLU
Oyuncular
  • Barış Çağatay ÇAKIROĞLU
  • Buğra Can ILDIRIŞIK
  • Can BAŞAK
  • Can DOĞAN
  • Ceylan ÇETE
  • Çağrı Özgür HÜN
  • Dilay TAŞKAYA
  • Engin AKPINAR
  • Hakan GÜNER
  • Müge AKYAMAÇ
  • Onur ŞİRİN
  • Özgün AKAÇÇA
  • Süeda ÇİL


Konusu : Rusya'daki devrimden sonra pek çok Rus asilzadesi batı ülkelerine kaçtı. Ouratieff çifti de bu ailelerden biridir. Çar'a ait yüklüce bir serveti de beraberinde getiren çift bu paraya dokunmaz, çeşitli evlerde hizmetçilik ve uşaklık yaparak hayatlarını sürdürmeye devam ederler. Ancak bu parada herkesin gözü vardır ve Ouratieff çifti parayı korumak için büyük bir gayret içindedir. Neticede, çok büyük bir servete hükmetmekle beraber yoksul bir hayat yaşayan çiftin başına akıl almaz olaylar gelir. Fransız bulvar tiyatrosunun öncülerinden aktör, yazar ve yönetmen Jacques Deval'in 1933'te yazdığı komedi.

KÜLTÜR NOKTASI YORUMLARI
İzlenme : 2 Kasım 2016 Çarşamba - Harbiye Muhsin Ertuğrul Sahnesi

Oyun ve oyunculuklar oldukça başaarılı, iyi ki izlemişim dediğim tiyatrolardan bir tanesiydi. Oyun esnasında seyirci karşısında dekor değiştirmeleri ve bunları gerçekleştirirken de uşak ve hizmetçinin kapalı durumda olan perdenin önünde rol sergilemeye devam etmeleri gayet başarılı bulduğum bir kurguydu. Oyunun içerisinde de perdenin önünde yapılan dinleme hareketlerinin dahil edilmesi oldukça bütünsel bir oyun ortaya çıkarmıştır.
Genel olarak oyunların sonundaki selamlama sahnelerini iple çekerim. Oyuncuların rollerinden çıkıp kendilerine dönmeleri;aradaki büyük farkı görmek beni oldukça etkiliyor. Barış Çağatay Çakıroğlu'nun elbetteki başrol karakterlerine nazaran az replikleri var ancak oldukça başarılı bulmuştum ta ki oyunun sonundaki selamlama kısmında yüzündeki ifadenin çok da değişmediğini görene dek. Süeda Çil de yine zaman zaman beni oldukça güldüren değerli rolü ile oldukça keyifle izlememi sağlamıştır. Elbette Can Başak ve Müge Akyamaç'ın emekleri de yadsınamaz. Genel olarak tüm sahneler oldukça gerçekçi olmakla ve seyirciyi oyunun içerisine çekmekle beraber gitar sahnesinde ilk başlarda gerçekten sahnede gitar çalındığını düşündüğüm ancak saniyeler sonra aslında Müge Akyamaç'ın ritimden yoksun hareketlerle çalarmış gibi yapması o büyüyü dağıtıverdi Oysa ki zannımca dekor arkasında gitar çalınarak o gerçeklik hissi zaten uyandırılmıştı, sadece biraz uyum eksikti.

Favori Oyuncu(lar) : 
    Hakan Güner
  • Hakan Güner : Oldukça başarılı bir performansdı, diğer oyunlarını da izlemek isterim.
    Özgün Akaçça
  • Özgün Akaçça : İlk başta o kadar dikkat çekici bir performans sergilememesine rağmen oyun ilerledikçe performas çıtasını yükseltmiştir.